Crimean Tatar Diaspora in Romania Crimean Tatar diaspora

Tuesday, August 09, 2011

KIRIM “TATAR”LARI’NIN “DİYASPORA MİLLİYETÇİLİĞİ” (I)

KIRIM “TATAR”LARI’NIN “DİYASPORA MİLLİYETÇİLİĞİ” (I)

Sosyal “Bilimler”de giderek artan tırnak işaretleri, bilmiyorum sizin dikkatinizi çekti mi? Herşeyin daha da karmaşıklaştığı günümüzün “küresel” dünyasında giderek kayganlaşan, belirsizleşen anlamların bir sonucu da bu belki de… “Sosyal bilim”e “bilim” demek bile abes oldu. Aslında bu “bilim”in sonuna gelindiğine değil, eski “pozitivist anlamıyla bilim”in sonunun geldiğine, ama “gerçek dünya”yı daha iyi açıklayabileceğimiz yeni tür bilme yollarının açıldığına işaret. Bu anlamda tırnak işaretleri de artık herşeyi bize verildiği gibi sorgulamadan kabul edemeyeceğimizi, kavramlara bir tür çekince koyduğumuzu anlatmak için.
Bu tür bir giriş yapmamın nedeni birazdan anlatmaya girişeceğim tezimin arkasında yatan temel varsayımı önceden vermek ve yazının başlığıyla uyanan merakı biraz giderebilmek. Asık yüzlü gerçekten uzak teorilere ve dökümanlara gömülmekten çok, bugünümüzü açıklayan ve hayatımızı daha da iyiye götürmek için yollar öneren bir “bilimden” yana çıkarak, özellikle de “siyaset bilimi”nin gündelik yaşamla çok ilgili olması gerektiğini düşünerek yüksek lisans tezimi yazının başlığı üzerine yazmaya karar verdim. “Kişisel olan politiktir” den yola çıkarak araştırmam gereken konuyu bulmuştum: Bu dergiyi okuyan pek çok insan gibi bir Kırım Tatarı’ydım ama buna rağmen Kırım’da yaşamıyordum. Daha da önemlisi şu anda hepimize çok basit gelen bu gerçeğin büyük bir politik anlam taşıdığına inanıyordum.
Gerçekten de bu dergide ya da diğer Kırım Tatar dergilerinde on yıldır sık sık kullanıldığı gibi bizler “diyaspora”da, yani anavatanının dışında yaşayan bir milletiz. “Diyaspora” terimi genelde zorunlu “göçertme,” sürgünlük ya da göçmek zorunda bırakılma durumlarında daha sık kullanılmakta, bu anlamda da yine Kırım Tatarları bir diyaspora, çünkü anavatanından zorla çıkarılmış, sürülmüş bir halk. Tabii bu uzun seneler önce olmuş olabilir ve biz de bir tür normalleşme sürecinden geçmiş olarak bugünkü durumumuzdan ve Türkiye’den gayet memnun, hiç de bir tuhaflık görmüyor olabiliriz, ama bu yine de yaşadığımız gerçekliği ve bunun günümüze uzanan siyasi sonuçlarını değiştirmez.
Bu düşünceden yola çıkan tezimde Türkiye’deki Kırım Tatarları’nın diyasporadaki milliyetçiliğini işlemeye çalıştım. Aslında Kırım Tatarları’nın milli mücadelesi çok köklü bir tarihe sahip ve Kırım dışında, eski Sovyetler Birliği, Avrupa, Amerika ve Türkiye’yi kapsayan çeşitli coğrafyalarda birlikte sürdürülmüş. Karşılıklı etkileşimi içeren bu siyasi hareketin Türkiye’yle sınırlı kısmını göstermek biraz kuramsal soyutlamayı gerektiriyor, ama herşeye rağmen milli mücadelenin ortak amaç ve söylemler dışındaki farklılaşmalarını göstermek açısından yararlı bile oluyor. Yani sınırlar ötesi tek bir Kırım Tatar milli mücadelesinden söz edebileceğimiz gibi, aynı zamanda bu mücadelenin farklı coğrafyalarda ve maddi koşullarda şekillenen farklı türlerinden(versiyon) de bahsedebiliriz. Bu yönde düşünürsek aslında diyasporadaki Kırım Tatar milli mücadelesi aynı ortak kökenlerden yola çıkmasına rağmen Türkiye’de geçen uzun yıllar sonucu başlı başına bir hareket olarak ortaya çıkmış, bu hareketin diğer pek çok kolundan farklılaşmıştır, farklı bir organizasyonu ve söylemi vardır. Aslında bu anormal bir durum değil, yeryüzünde pek çok diyaspora ulusunda görülen doğal bir olgudur.
Farklılığın en büyük nedeni aslında diyaspora milliyetçiliğinin de diyasporanın yapısı gereği diğer milliyetçiliklerden farklı olmasıdır. Diyaspora ister istemez üç ayak üstünde durur: Anavatan, konuk eden ülke- ki zamanla ikinci bir anavatan haline gelir ve diyaspora topluluğu (cemaat). Sosyolojik olarak bir millet olan diyaspora topluluğunun (çünkü aynı etnik kökenden geldiğine inanır) ya bağımsız bir devleti yoktur ya da o devletin içinde yaşamıyordur. Yani bir bu uluslararası düzende bir millet olmanın siyasi gerekliliklerini yerine getiremiyordur, üstelik iki anavatana karşı bağlılık duymakta, kendisini iki toplumun da parçası olarak hissetmektedir. Diğer bir deyişle, kelimenin hem maddi hem manevi anlamıyla “sınırlarötesi bir ulus”tur. Ulusların “ulus-devletler”in sınırlarıyla tanımlı olduğu bir uluslararası düzen aslında takdir edersiniz ki diyaspora milletler için pek ideal bir durum yaratmamaktadır. Bu nedenle uluslararası düzenin kurallarını “realistçe” kabul eden diyasporalar da diğer herkes gibi ya kendi ulus-devletlerini kurmak için çaba gösterirler, ya da varolan ulus-devletlerini güçlendirmek için. Bu yüzden dağılmış, yarı asimile olmuş ve içinde bulundukları toplumla melezleşmiş topluluklar oldukları halde diyasporaların milliyetçi söylemleri hem de en keskin şekliyle yeniden ürettiklerini görürüz.
Diyaspora milletinin temel durumunu ve çelişkilerini saptadıktan sonra kendime şu soruları sordum? Neden (Türkiye’deki) Kırım Tatarları’nın milliyetçi hareketleri 90lardan sonra artış göstermiştir? Derginiz Kırım 1992’de yayınlanmaya başladı, Emel şimdi yayınına ara vermesine rağmen 1999’a kadar yayınını sürdürdü, derneklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezken otuzlara yükseldi, pek çoğu bültenler yayınlamakta. Pek çok vakıf kuruldu, bir enstitü çalışması oldu. Bunların en önemli sebebi Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Bolşevik Devrimi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra üçüncü defa anavatanın bağımsızlığı için tarihi fırsatın doğmuş olmasıdır. Gerçi Kırım Tatarları ilk defa olarak “mefkure”lerine o kadar uzaktadırlar ki, düşününüz, değil Kırım’ı bağımsızlığa kavuşturmak, anavatanda değillerdir bile, hepsi çoluk çocuk sürülmüştür, yarısı yokedilmiştir … 1990larda sürgündeki Kırım Tatarları’nın vatana dönüş mücadelesi diyasporanın da gündemini oluşturur. Bu nedenle1980lerde yeni bir kadroya emanet edilen ve soğuk savaşın son yıllarında hızlı bir değişime giren Türkiye diyasporasındaki milli mücadele de 1990’larda hız kazanır. Kırım Tatar milli mücadelesine Türkiye’deki siyasi yelpazenin her kesiminden aktivistler ve özellikle gençler katılır. Daha önceden Müstecip Ülküsal’ın liderliği altında tek bir koldan ilerleyen ilerleyen milli mücadele de çeşitlenmeler başgösterir. Kırım Tatarları’nın milli mücadelesi internete taşınır, daha çok genç insanlar sanal ortamda anneannelerinin göç ve sürgün hikayelerinden, Tatarcayı unutmamanın gereklerinden, Kırım haritasının tüm Tatarca yer isimleriyle tekrar tamamlanmasından, Kırım’a yaptıkları gezilerden, sürgünden dönen Kırım Tatarları’nın yaşam mücadelelerinden, metropol şehir İstanbul’da evlenecek Kırım Tatar kızı bulmanın zorluklarına kadar pek çok konuda dertleşirler.
Aslında diğer diyasporalarda olduğu gibi Kırım Tatar diyasporasında da milliyetçi yükselişi bir yönden küreselleşmenin getirdiği bazı süreçlerle açıklamak mümkün, nitekim en başta Sovyetler Birliği’nin dağılması bile küreselleşmeyi hızlandıran süreçler arasında sayılabilir, dünya artık bölünmüşlükten kurtulmuştur. Gerçi bir yazarın da dediği gibi “küreselleşme bir klişe olmuştur, ama her klişede de bir gerçek payı vardır.” Küreselleşmenin getirdiği en önemli süreçlerden biri sağ/sol ayrımının gittikçe belirsizleşmesi ve kimlik sorununun siyaset gündemine oturmasıdır. Artık daha önce Kırım Tatarı olduğunu vurgulamayan pek çok insan Kırım Tatarı olduğunu açıklamakta ve bunun üzerinden politika yapmaktadır. Bu insanlar mücadelenin eskileri tarafından yarı sevinç yarı şüpheyle karşılansa da artık Kırım Tatar milli mücadelesinin de bir kimlik politikası haline geldiği ve tek bir isim altında özetlenemeyecek şekilde çeşitlendiği açıktır. Bunun en büyük göstergesi Kırım Tatar milli mücadelesinin Müstecip Ülküsal’ın ölümünden sonra (aslında Ülküsal’ın son yılları da dahil) bir liderlik sorunu yaşaması ve herkes tarafından meşru kabul edilen bir liderde birleşememesidir.
Kırım Tatar milli mücadelesinin hızlanmasında bir başka sebep de tabii ki 1980’lerde dünyadaki gelişmelere koşut olarak Türkiye’de de esen neo-liberal rüzgarlar, demokratikleşme, fikir ve örgütlenme özgürlüklerinde artış söylemleridir. Türkiye Cumhuriyeti ile Kırım Tatarlarının ilişkisi aslında ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Kırım Tatarları etnik, kültürel, din, dil, mezhep, tarih gibi pek çok yakınlık nedeniyle kolayca “Türk” kimliğini benimsemişler (Kırım’da, Orta Asya’da, Amerika’da, Almanya’da Romanya’da kendilerine çoğunlukla “Kırım Türkü” değil “Kırım Tatarı” demekteler) ve her fırsatta Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılıklarını dile getirmişlerdir, hatta Kırım Tatarı olduklarını vurgulamaya çok da gerek görmemişlerdir. Bu anlamda Kırım Tatarları ile benzer koşullarda göç eden Çerkeslerdeki (alt)kimlik bilinci Kırım Tatarları’nda fazla görülmemektedir. Dahası Türk milliyetçiliğinin en önemli savunucuları olmuşlardır. İsmail Bey Gaspıralı Türkiye’deki Türk milliyetçilik hareketinin bayrak ismi olmuştur, Kırım Tatarları ise buna değil itiraz etmek bilakis bunu kendileri desteklemişlerdir. Aslında Kırım Tatarlarının Türk milliyetçiliğine kendi milli mücadelelerini eklemleme tarihleri, pratikleri ve bunun sonuçları yine ayrı bir inceleme konusudur. Fakat şurası açıktır ki Kırım Tatar diyaspora milliyetçileri aynı zamanda Türk milliyetçileri olagelmiştir, bizim analitik nedenlerle yaptığımız Kırım Tatar milliyetçiliği-Türk milliyetçiliği arasındaki ayrım onlar için zaten yoktur. Bütün bunlara rağmen Kırım Tatarları “Viyana’da Kırım Hanı’nın ihaneti”nden tutun da bazı kişilerin Kırım Tatarlığından dem vurularak “Türke düşman” gibi gösterildikleri birçok saldırılara arada sırada maruz kalmaktalar. [1] Bu da diyasporanın topluma entegrasyonunu tam anlamıyla gerçekleştirdiği durumda bile konuk eden toplumda yine de farklı bir kitle olarak algılanageldiğini göstermektedir, fakat bu hiç bir zaman toplum çapında bir ayrımcılığa dönüşmemiştir, zaten Türk toplumunda kimlikler Osmanlı’dan beri politik anlam taşımadan rahatlıkla ifade edilegelmiştir, berberin Arnavut, hamalın Kürt, karşıda oturan yaşlı kadının Tatar, yeni gelinin Çerkes, vb. olduğunu söylemekten kimse çekinmez. İşte Tatarlar da uzun süre bu sayede kimliklerini korumuşlardır. Yeni gelen muhacirlere Osmanlı İmparatorluğu “Tatar” demektedir, çünkü “Tatar” dedikleri Kırım Hanlarının tebasıdırlar, farklı görünmekte, biraz farklı konuşmaktadırlar. Ama hepsi hepsi odur. Bu sosyolojik “Tatar” kimliği her ne kadar ikincisine kaynaklık etse de şüphesiz politik “Kırım Tatar” kimliğinden biraz farklıdır. Diyasporadaki Kırım Tatar kimliği Kırım’ı, Türkiye’yi ve bu sadece “bir zamanlar dedeleri uzak bir yerlerden, “Kırım, Moskof, Dobruca,Rusya, Romanya, ya da ona benzer bir yerlerden” gelen “sosyolojik olarak Tatar” olan kitleyi her daim hesaba katmak zorunda olan ince bir ayardır.
Aslında bu diyaspora halklarının kaderidir. İçinde bulundukları topluma tamamiyle “entegre” olmuş (Türkiye’de doğmuş, anadili İstanbul Türkçesi, Türkiye’deki sosyal, siyasal, kültürel yaşamın ayırdedilmez parçası değil miyiz hepimiz?) , ama asimile olmamışlardır (Hala Kırım Tatarlığı diye bir şeyden söz ediyoruz, dergilerimiz, derneklerimiz, vakıflarımız, kendi lehçemiz var) Hala Kırım’a “platonik” de olsa (gitmesek de görmesek de!) bir bağlılık hissederiz, kimi zaman yardım toplar göndeririz, Kırımlı konuklar ağırlarız, oradaki siyasi hayat hakkında fikir beyan ederiz. Aslında hiç de küçümsememeli; Kırım’daki Kırım Tatar Milli Meclisi’nin ve Milli Areket Teşkilatı Partisi’nin Türkiye temsilcileri mevcut, Türkiye’nin (ki kimse bir dış politika dahisi olduğunu ileri süremez) Kırım’a ilgisi ve ordaki hareketin finansal yönden desteklenmesi yönünde Kırım Tatar diyasporasının çabaları küçümsenecek gibi değil. Aslında biz bir diyaspora olarak yine de yeterince ilgili, örgütlü olmayabiliriz (Ermenilerle karşılaştırıldığında mesela!), ama sonuçta bir diyaspora hareketinin temel şartlarını göstermekteyiz ve dolayısıyla diyasporanın ikilemlerini de yaşamaktayız. Annesi Kırım babası Türkiye olan bir çocuk gibiyiz. Türkiye’deki Kırım Tatarları için aslında “Kırım Türkü” adı dahiyane bir çözüm! Toplulukların kendilerini adlandırmaları çok şeyi gösterir. Kimlikler zamana ve mekana göre oluşturulur ve bu yönüyle siyasidir. Sırf “Kırım Türkü” adlandırması bile Türkiye’deki Kırım Tatar milliyetçiliğinin diğer örneklerinden farklı(distinct, not separate) olduğunu gösterir (bağımsız değil) ve kendi başına bir inceleme konusu, bir tarih, bir siyasi çizgidir, ortak amaç bir olsa da diyaspora koşullarından kaynaklanan kendine ait önderleri, prensipleri, koşulları, ideolojisi vardır. Kırım Tatarlarının diyaspora milliyetçileri Türkiye’yi Kırım’a, Kırım’I Türkiye’ye feda edemez, sonra da Türkiye için aynı hassasiyeti Kırım’daki, Amerika’daki, Romanya’daki, Özbekistan’dakilerin de göstermesini bekler, onlardan bunu görmeyince şaşırırlar, neden “Kırım Türkü” adını tercih etmediklerini anlayamazlar, oysa bu özellikler Türkiye koşullarında edinilmiş ama milli kimliğimizin de bir parçası olmuş unsurlardır, diyasporanın diğer dallarının ya da ana topluluğunun koşulları tamamen farklıdır. Bu yüzden diğer diyasporalar veya ana topluluk da Türkiye’deki Kırım Tatarlarını bu adlandırma yüzünden yargılamamalıdır. Nitekim son zamanlarda Kırım Türk- Tatarları ya da sadece Kırım Tatarları adını tercih edenler de vardır Türkiye’de. Aslında Kırım Tatarları arasında bunun o kadar önemli olmadığı, önemli olanın aynı milletten olma bilinci ve birlikte iş yapabilme, örneğin sürgündeki Kırım Tatarlarının geri dönmesini sağlama olduğu düşüncesi de yaygınlaşmıştır.
Öyleyse, burda daha çok örneklerle açıklamaya çalıştığım savımda, diyaspora milliyetçiliğinin farklı bir milliyetçilik türü olmasının yanında, aslında küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkmış olduğuna işaret ediyorum. Burda tabii küreselleşmeyi hiç de basitçe tanımlandığı gibi herkesin kot pantolon giyip hamburger yediği bir aynılaşma süreci değil, aynı zamanda farklılıkların da belki de gereğinden fazla su yüzüne çıktığı, ekonomik, siyasi ve kültürel boyutları olan karmaşık bir süreç olarak kabul ediyorum. Bu karmaşık süreçler artık asimile olmuş, Tatarcayı unutmuş, Kırım’ı unutmuş, Türkiye gündemine gömülmüş dediğimiz Kırım Tatarları’nın bir asırlık diyaspora mücadelesini sırtlanmasına ve Kırım’ı yeniden hatırlamasına sebep oluyor. Bu uyanışın ne kadar güçlü olduğu, neler başarabileceği ve geleceğinin ne olacağı ise henüz belli değil.
Buraya kadar yüksek lisans tezimdeki ilgi çekebilecek fikirlerden akademik bir uslupla değil, ama bir denemeci üslubuyla karmakarışık bahsetmeyi uygun buldum, böylece benim bu konuda duyduğum heyecanı da sizlerde de uyandırmayı umdum. Kuşkusuz tezim bittiğinde başladığım zamandan daha çok soruyla karşı karşıya kaldım, öncekilere verdiğim cevapların da Türkiye’deki Kırım Tatar diyaspora milliyetçiliğine getirilebilecek tek yorumlama olduğunu iddia etmiyorum, hatta sadece bir giriş çalışması, daha doğrusu konuyu her türlü araştırmaya açmak amaçlı olduğunu özellikle belirtiyorum.
Tabii burada özellikle belirtilmesi gereken önemli bir konu da diyasporanın hepsinin bilinçli olmadığı ve aslında çok az bir kesimin milliyetçi olduğudur. Dolayısıyla söylediklerimiz bu az bir kesim için geçerli. Aslında milliyetçilik bir elit hareketidir, halklar durup dururken milliyetçi olmazlar, bazı liderler çıkıp halkı milliyetçi ideoloji etrafında örgütler. Kırım Tatar diyaspora milliyetçiliği de böyle bir elit hareketiyle ortaya çıkmış ve maalesef uzun süre bir kadro hareketi olarak kalmak zorunda bırakılmıştır, ancak son yıllarda Türkiye’de sivil toplumun güçlenmesiyle birlikte tabanıyla daha çok ilişki kurduğunu gözlemlemekteyiz. Yine de Kırım Tatar diyaspora milliyetçiliği bu sınırlı kesimin, milliyetçi elit ve entellektüellerin uğraşıdır.
Bununla bağlantılı olarak tezimde bu elitin düşünce ve eylemlerini anlamaya çalıştığımdan çıkan süreli yayınların içerik analizi ve önde gelen aktivistlerle görüşmeler gibi niteliksel metodlar kullandım. Bu vesileyle bana yardımcı olan herkese teşekkür etmek isterim.
Tezimde Kırım Tatarlarının diyasporadaki milliyetçi aktivitelerini tarihsel olarak sıralıyor ve bunları diyaspora milliyetçiliği kavramı yardımıyla anlamaya çalışıyorum. Tezin akademik amaçları yanında siyasi amacı Kırım Tatarlarının milli mücadelesini yeniden düşünmek, şu andaki durumu anlamaya çalışmak ve özellikle Türkiye diyasporasındaki Kırım Tatarlarının gelecekteki milli mücadelesinin kuramsal arka planının hazırlanmasına katkıda bulunmaya çalışmaktır. Aslında bir gizli amacı da “tarih”in yanında “siyaset bilimi”nin de yararlılıklarına Kırım Tatar diyaspora milliyetçilerinin dikkatini çekmektir…
[1] En son örnek Gündüz Azak’ın 02.10.2000 tarihli Türkiye gazetesinde Çetin Altan ve oğulları Mehmet ve Ahmet Altan ile Aziz Nesin’i Türklüğe düşman olarak tanımlayıp bunu yazarların Kırım kökenliliğine atfetmesi ve sonuç olarak bunun “Kırım kökenli entellerin” sık yaptığı bir şey olduğu kanısına varmasıdır. Yazar yazısını bu “Kırım kökenli entellere” “hadlerini bildirmek” (!) için olsa gerek, “Kırım Hanlarının Osmanlı’nın valisi oldukları” gibi alakasız bir bilgiyle(!) bitirir.

Monday, June 23, 2008

Sunday, June 22, 2008




Kırım Tatar Göç Hikayeleri : Patme (Fatma) Atlı - 1
Filiz Tutku AYDIN
Kırım Tatar göç hikâyeleri dizimize bu sayıda başlıyoruz. Bir önceki sayıda belirttiğimiz gibi bir aile tarih yazmanın en iyi yolu ailenizden bir kişiyi merkeze almaktır. Bu yazıda Dobruca doğumlu ama hayatının çoğunu Anadolu’da geçirmiş rahmetli anneannem Fatma Atlı’nın hayat hikâyesini merkeze almakla beraber, onunla ilişkili pek çok insandan da bahsederek yine Kırım muhacirlerinin sosyal tarihine küçük bir ışık tutmaya çalışacağım. Anneannemi 2000 yılında kaybettik. Kendisine olan sevgimi anısını yaşatarak göstermek istedim. Bilindiği gibi, söz uçar yazı kalır!
Rahmetli anneannem anılarını ben küçükken bana hep anlatırdı, daha sonra üniversitede okurken bu anıların bir kısmını teybe kaydettim. Ayrıca anneannemin kardeşleri Hacer Diril, Münevver Vargil, Ulviye Akalın da bana hatırladıklarını anlattılar. Hacer Diril’in eşi rahmetli Ömer Diril’in özenle sakladığı fotoğraflar da benim için çok önemli oldu. En büyük yardımcım bana pek çok konuyu açıklayan annem Selma Aydın’dı. Sözlü tarih çalışmalarında kadınların ve erkeklerin anlatımlarında genel bir farklılık gözlenmektedir. Erkekler dışarıdaki hayatı daha iyi anlatırken, kadınlar adetlerin ayrıntılarına, sosyal ilişkilerin özelliklerine, ev hayatının inceliklerine daha hâkimdir. Bu arada Romanya’ya gitmem ailemin Romanya’daki kısmını da inceleyerek ailemizin göçünün daha tam bir resmini çıkarmama yardımcı oldu. Anneannemin beş dayısı, bir teyzesi, iki halası Romanya’da kalmıştı, sadece amcası ve kendileri Türkiye’ye göç etmişlerdi. Anneannemin teyzesinin torunları beni Kubadin’de misafir ettiler. Değil beni, anneannemi ya da annemi bile görmemiş bu insanların bana gösterdikleri yakınlık beni çok etkiledi. Bu arada anneannemin gelin olduğu Türkiye’deki Yeniköy köyüne hocam Hakan Kırımlı ile bir gezi düzenleyip akrabalarımızdan Necip Atlı’dan bilgiler aldık. Dayım Esat Atlı, akrabamız Mukaddes Camcı ve anneannemin görümcesi Hediye Atam da anneannemin eşinin ailesi hakkında bilgilerimi tamamladı. Eklemem gereken son nokta Tatarca olarak bu bilgileri topladığımdır.
Patme (Fatma) Atlı, 1923 senesinde Dobruca’da Bayramdede’ye yakın Çalmarcı köyünde doğmuştur. Bugün bu topraklar Romanya’dadır, ama Çalmarcı köyü yok olmuştur. Romanya'da .ikan Karadeniz Gazetesi'nde Bayramdedeli Muzekir Menliuap "Romanya'nın Haritasından Silingen Beş Tatar Koyü" adlı yazısında Şalmarcı köyünün Bayramdede'ye 7 km. uzaklığında ve kıblasında bulunduğundan, ahalisinin zengin olduğundan ama tümünün Türkiye'ye gittiğinden bahseder. Bu köyde mektep ve cami olmadığından, kimsenin okumak için dışarıya gitmediğini söyler. ekin ve hayvancılıkla uğraşan köy halkının Karömer, Kubadin'deki tüccarlara bunları sattığını söyler. Kendisi de akrabalarını ziyaret için bu köye çok gidermiş. (Ekim 2003'de yayimlanan 10. sayisinda)


Patme'nin babasının adı Ablalim, annesinin adı Makpire’dir. Patme’nin baba tarafından dedesi Kırım’dan gelip Dobruca’ya yerleşen, Şönger olduğu söylenen Hacı Hasan’dır. Dobruca’ya yerleşip Bayramdede’ye çok yakın Şalmarcı (Çalmarcı) Köyü’nü kendisi gibi diğer bir kaç Tatarla birlikte kurduğu biliniyor. Hasan’ın daha sonra deveyle altı ayda hacıya gittiği, hacıdan dönerken devenin orada aldığı Kuran’ı yediği anlatılıyor. Hasan erken ölmüş, fakat karısı Şalmarcı’da sonradan evlenen ama aynı bahçede yaşayan oğulları Ablalim ve Alim Seyit’le yaşamaya devam etmiş. Geleneksel Kırım Tatar ailelerinde anne, baba ve evlenen çocuklar bir azbar içinde, yan yana ya da çepeçevre evlerde oturmaya devam ederler. Baba ölse bile annenin oğulları ve gelinleri üzerinde büyük otoritesi vardır. Babanın otoritesi ise zaten mutlaktır.
Patme’nin ağzından:
“Üç amcam vardı: Reşit, Abdülhakim, Halim Seyit. En büyükleri Reşit Çanakkale Harbi’nde ölmüş. Bir oğlu bir kızı kalmış. İkinci amcam Abdülhakim çocuksuz ölmüş. Halim Seyit’in 4 oğlu var: Hamdi, Fevzi, Remzi, Şevki. Kızı yok. Pazarcık’tan evlenmiş.
Hepimiz amcamlarla bir azbardaydık. Remzi, Fevzi, Şevki, Hamdi diye amcam oğulları bizden büyüktü. Kartiyim (babaanne) aynı azbarda ayrı bir evde otururdu. Ben hava puslu olursa korkardım, kartiyimin evine yatmaya giderdim, hava açık olsa gitmezdim. Kartiyimin adı Selma idi. Bülbül’den gelin gelmiş, Şalmarcı’ya. Harpte gelmiş. (?) Namaz kılardı. Halam vardı yanımızda bir de.
Feride halam Aydınbey köyüne gelin olmuş. Bir oğlu olmuş Osman adında, bir de ikizleri olmuş onlar ölmüş. Eli “mayasıl”mış. Babaannem, babam, amcam Halim Seyit Şalmarcı’da bir kaç gün kal demişler. Elini suya sokunca elinin mayasılları azarmış. Ondan sonra kocası almaya geldiğinde yollamamış, Halim Seyit amcam. Kaynanası ile kaynatası da Osman’ı alıp yollamamışlar. Kaç seneler evde durdu, sonra ölen ablasının kocası (Cemile Hala) Bayramdedeli “Şalbaş” Yunus Enişteye vermişler. Ablasının Fatma Atlı kızları, Üryane, Sabriye ve Sıtkiye de teyzelerinin elini suya sokturmamışlar. Kışın günü iş olmadığı zaman halamın evine kalmaya giderdim. Feride halam yaşlıydı, sadece kocasını bakardı.
Şalmarcı on beş-yirmi hane. Sadece iki-üç hane fakirdi. Köyden çok büyük bir çiftliği andırırdı. Merası bol, tarlası boldu. Bir tane yavur yoktu hiç, hepsi Tatardı.
500 koyunumuz, 10 tane sığırımız vardı. Büyük yuvarlak yuvarlak kaşkavallar yapardık. Onlarca peynir fıçısı olurdu, aralarında saklambaç oynardık. Mandıracı Salih Akay gelir, peynirlerimizi alıp gider, Karaömer’de satardı. Kışın günü dana ya da “bizey” soyardık, tuzlayıp tuzlayıp fıçıya koyar, sonrada çıkarıp çıkarıp kemiklerini yemeğe koyardık, yumuşak yerlerini tataraşı yapardık. Dana etini “meti”ye (fıçı) basar, külbastı yapardık Pastırma yapan adam pastırma yaptırırdık, pastırmaları kuruttuktan sonra tezek ateşinde cızbız ederdik, küllerini silkip yerdik, buna külbastı denir. Pastırmayı fasulyeye de koyardık. Yağ olarak tereyağı, donyağı, içyağı yerdik. Tereyağını çinko kaplarda eritiriz, “sarımay” olur, babam bunu eritip içerdi. Kuyrukyağı yemezdik. İstanbul’da koyunlar kuyruklarını kaldıramaz imiş diye duyardık ama bizimkiler ince kuyruklu koyundu. Kendimize ekmek yapardık, çobanlarımıza “mamaliga.” Buğday unu yerseler çobanların karnı ağrıyordu. Bir çuval mısır unu yapardık çobanlara makina ile. Çobanların ayrı evi vardı, tepesinde bacası olan. Sabahları mamaliga yerlerdi. Koca bir “şöğin” kazanı zincirle bacadan sarkıtırlar, altına da odun atarlardı. Peyniri çatalla ezerler, kazana hem peyniri, hem de mısır ununu koyarlar, karıştırarak kaynatırlardı. Sonrada kazanı kaldırıp devirirler, mamaliga yusyuvarlak ekmek gibi “kona”nın üstüne düşer, iple dilim dilim keserler. Kimi peynirle, kimi fasulye ile kimi tereyağına batırıp yer. Bir ikinci gün de mesela ekmek tarhanası yerlerdi. Çobanlara “mukan” derlerdi. (Makedonlara da, bölgedeki diğer Hıristiyan etnik gruplara da mukan dendiği anlaşılıyor.) Beyaz dokuma uzun dapdar don giyerler, bellerine bir karış kadar kuşak bağlarlar, beyaz üzeri işli geniş gömlek, tas gibi kenarı iki parmak kara şapka giyerler. Bunlar Romenin “mukan” soyu.
Üç Romen de bize peynir yapardı. İkisi sağardı, birisi de hemen sabah peynir yapardı. “Aruv” peynir yaparlardı. 60 kilo alan tahta fıçılara yapılıyor peynir. Kenarlarında “kırşal” denilen demirler vardı. Tepesindeki kapağını açarlardı, peynirleri dizer, su doldururlardı. Su iki parmak üste çıkar, peynirler bozulmasın diye. Kapak aşağıda oluyor. Haftada, on beş günde bir kapağı siliyorlar, tuzlu su ekliyorlardı. 60 fıçı “pener” yapıyorlardı. Diziyorlar “sayar”ın altına, yere koymuyorlardı. İki fıçı kendimize bırakıyorduk yemeye, gerisini satıyorlardı. Koyun son zamanı süt koyu oluyor, kaynayan suyun üstünde o sütü pişirip fıçıya yoğurt yapıyorlardı, kat kat kaymak oluyordu. Ertesi gün biraz daha süt ekliyorlar, aşağıdaki maydan yine yoğurt tutuyordu. Bu yoğurdu amcamın karısı yapardı. Koyunları üç mezel sağıyorduk. Sabah namazı, öğleden sonra, ikindide. Üç ay sonra bir mezele düşüyordu. Annem rahmetli inekleri sağıyordu erkenden.
“Biğday”, “misır”, “zeyrek” (keten) ekerdik. Mısır koçanını tanesinden ayıran makinamız vardı. Koyunların oluklarına sabahları önce saman sonra mısır tanesi, öğleden sonra mısır koçanı koyardık.”
Kardeşi Hacer de şunu hatırlıyordu: “O zamanlar Gagauzlar mısır toplamaya ırgat olup gelip bizde çalışırlardı. Bu Gagauzların yanlarında gelen çocuklarını tezeklerin arasına oturtur, çocuk olduğumuzdan onlara türlü oyunlar ederdik.”
Yine Patme Atlı’nın ağzından: “Moldova diye vardı, Mukan, Makedon vardı. Bizim köyün kişisi yalnız Tatardı. Biz Türkçe de bilmiyorduk.
Bir de Kadri diye Tatar çobanımız vardı. Kart anası vardı. Çok bakardı koyunları. İlle çok içkiciydi. Bazen karların üstünde yatıp uyurdu. Haber ederlerdi, babam rahmetli gidip alırdı. İlle bir şey olmazdı.
Biz kızlar hizmet yapardık, mesela evi süpürürüz, çocuklara, kendimize çorap öreriz, kendimize fanila, yelek öreriz. Kışları çorap örüp yetiştiremezdik. İlkbaharda tezek keserler, onların arasında evcilik oynardık, kişkene kardeşlerimizi kaldırıp alırdık, hem kardeşlerimize bakardık, hem oynardık. Öğlen, ikindi olsa Kadir Çoban bize bağırır, “koy aydamaya” birimiz ikimiz mecbur gideriz. Kışın karda yalınayak koşarız, gelip ayaklarımızı “peş”e dayar ısıtırız, böyle eğleniriz.
Anneannemin dayısının kızı Kaniye şunları hatırlıyor: “Biz Kobadin’de otururduk, ama Şalmarcı’ya gitmeyi çocuklar olarak çok severdik, saman arasında yumurta toplardık, Kobadin’deki kartiyimize getirirdik. En çok Çalmarcı’daki derin kuyuya merak ederdik.” Patme’nin Kubadin’de 5 dayısı yaşıyordu. Koş Ali, Murat, Asan, Söyün, İbram. En büyük dayısı, Koş Ali’yi muharebede göçüp keldiklerinde doğurmuş onu annesi. Berberdi. Çocukları büyüdükten sonra çiftçilik de yapardı. Apakayının adı Naime. 7 çocuğu vardı: Sacit, Müspire, Zekiye (1920), Kaniye (1923), Ayşe, Sait, Fevzi. Sacit Durası’da öğretmendi. Hacer anlatıyor: “O zaman ben de bir sene eski Türkçe öğrenmek için Sacit dayımın yanına Durası’ya Şalmarcı’dan gidip geldim. Sonra onun tayini başka yere çıktı, ben de okulu bıraktım, Kurana bile geçemedim. İkizim İsmail kaçtı, gitmedi. Sonradan Sacit’i Bolşevikler 1953’de mapusa atmışlar, 12 sene kalmış, orada ölmüş.”
Türkiye’de Ömer Diril ve Hacer Diril’in albümlerinde Sacit’in resmi çıktı. Bu resim Komunistler tarafından hapse atılan Muttalip Sacit
herhalde Romanya’daki akrabalar tarafından onlara ulaştırılmıştı. Sacit’in oğlu Ünçer olayı şöyle anlattı: “Ağustos 1952’de babamı tutukladılar. 12 Mayıs 1963’de vefat etti. 1994’e kadar nerede olduğunu bilemedik. Babamın mezarının Gerla’da olduğunu 1994’de duyduk. Arabayla Ayhan abim, Rubiye ve Ayten ablamla oraya gittik. Yolda bir yerde mola vermiştik, o sırada yolun solunda yokuşta bazı mezarlar varmış, 1963’de vefat edenler oraya gömülü imiş. İhtilalden sonra başlarına birer de haç koymuşlar. Bizde bir ay sonra gidip mezarını yaptırdık. Bir sene sonrada yattığı hapishaneye gittik, videoya aldık. Onu neyle suçladıklarını tam olarak bilmiyoruz, Kırım meselesi ve Türkiye için casusluk olduğunu tahmin ediyoruz. Tutuklanmadan önce Kubadin’de müfettişlik yapıyordu, tutuklanınca evimize el koydular ve biz çocuklarına karşı ayrımcılık yaptılar. Abim bu yüzden soyadını değiştirdi, Muttalip değil, Ali adını aldı.”




Koş Ali’nin çocuklarından Zekiye ve Kaniye hala sağ, ömrü boyunca kolhozda çalışmışlar. 1960lı ve 70li yıllarda Türkiye’yi ziyaret ettiklerinde anneanneme de uğramışlar. Eylül 2005’te onları buldum, anneannemi muhabbetle hatırladılar.
Yine Koş Ali’in çocuklarından Sait Çifteler’e oradan da Eskişehir’e yerleşmiştir.
Anneannem Patme’nin ikinci dayısının adı Murat, apakayının adı Patme, ikinci apakayı idi. Münire en büyük kızı, sonra Habib, Nazmiye, Remziye, bir de Memnune, bir de Aziz, Patme’nin “taygeldi”si.
Memnune ile Eylül 2005’de görüştüm. Türkiye’yi ziyaret etmiş, Derince’de kocasının akrabalarının yanında kalmış, bu ara Yeniköy’de Patme’yi de ziyaret etmiş.
Anneannem Patme’nin bir de teyzesi varmış, annesinin ablası, Emine. Emine’nin torunları Rakim ve Namiser ile Eylül 2005’te Dobruca’da tanıştım. Anlattıklarına göre Emine Moş Ali adlı kişiye annesinin isteklerine karşı çıkarak kaçmış. Moş Ali de sonradan çalışarak çok zenginlemiş, 17 çocukları olmuş, ama sadece dördü yaşamış. Babaları Edip 1944’de savaşa gidip gelmemiş. Geride Namiser ve Rakim adlı çocukları kalmış, Eylül 2005’de Kubadin’de onların yanında üç gün kaldım. Yine Emine’nin torunlarından Aydar bugün Kobadin’de oturmakta ve iki çocuğu var.
Patme Atlı şöyle devam ediyor:
“Biz Kubadin’e dayımlara gittiğimizde gaz ocak vardı. Sarı cezdi (havan), yanda kapağı vardı, oradan gaz dolduruyorlardı tenekeye, kenarında iğnesi vardı, bazen tıkanırdı açardın. (Pompası vardı.) Bir de ispirtoluk olurdu, o yere ispirto koyarsın, o yerden başı kızardı, kez verirdi, yanardı. Dayımalar koyarlar ortaya, çay kaynatırlardı. Limon, portakal, zeytin uzaktan gelirdi, Romanya’da yoktu. Dayımaların koyunları, sığırları sanırım yoktu. Atı arabaya çekerdi babam, annem, kardeşlerim kartiyime (anneannesi) gezmeye gideriz. Kartiyim bir azbarın içinde otururdu, çocuklarının evleri de aynı azbarda onun evinin etrafındaydı. Kartiyim “nogay”dı, adı Zemine.” Patme Atlı’nın dayısının kızı Kaniye’ye anlattıklarına göre Zemine Kartiy Kırım’da Yukarı Irmak’tan Aşağı Irmak’a gelin düşmüş. (Bu yerlerle nereyi kastettiğini bilemiyoruz. Kırım’da en ufak dereye bile ırmak adı verildiği oluyordu.) Buzlu bir hava varmış, gelini dört cigit kızaklar üzerinde kapçıka (çuvala) sarıp gelin edip getirmişler. Muharebe olduğunda (93 harbi olabilir), Kırım’dan çıkmak zorunda kalmışlar, çıkarken hep bir daha geri döneriz diye, küle “od bastırıp” gelmişler, ateşleri tam sönmesin istemişler. Bu “od”un dumanı onlar giderken görünüyormuş, Zemine Kartiy’in anlattığına göre dumanına bakıp bakıp ağlayarak yurtlarını terk etmişler. Kırım’dan kara yoluyla at arabasıyla çıkmışlar. 30-40 km. de bir durup dinleniyorlarmış. Koktebel’de durmuşlar. Acıgöl, Karagöl’e gelmişler, daha da ilerlemişler, bakmışlar artık etrafta hep Müslüman var. Galiba Türkiye’ye yetiştik diye düşünmüşler ve oraya yerleşmişler. (O zamanlar devletlerin sınırları şimdiki kadar belirgin değildir, üstelik bu sınırlar sık sık olan savaşlarda sürekli değişmektedir. Sınırlar değişmese bile halkın bu sınırlardan tam olarak haberdar olması zordur.) Sonradan anlamışlar daha Türkiye’ye gelemediklerini, buranın artık Romanya’ya ait olduğunu. Zemine Kartiy en büyük oğlunu göçerken bir köyün kenarında doğurmuş, ona o yüzden Koş Ali demişler. Buzu ısıtıp öyle bebeği yıkamışlar. Zemine Kartiy’in kocasına “Matiy” bir de “Abdır” derlermiş. Asıl adı Muttalip olsa gerek. Geldiğinde bir koyunla gelmiş, ama o bir koyunundan bir sürü türetmiş, belki de o yüzden böyle diyorlar. Çünkü Matiy kuzu demek. İşte böyle zenginleşmişler. Zemine uzun boylu, iri bir apakaymış, ama yaşlandıkça kamburu çıkmış. Sobanın ardında yatarmış. Şifalıymış, otlardan ilaç yaparmış. Abay kartiy derlermiş ona. Ölene kadar kendine has dilini (Nogayca şivesini) korumuş. Mısırı kavurup talkan yaparmış. Torunlar da çalıp yerlermiş onu. O da kızar “eey dönmeler!” diye onlara bağırırmış. Gözleri iyi görmezmiş, haylaz Remziye torunu ise o hastalandığında doktor kılığına girip, Romence konuşarak onu kandırırmış, öyle eğlenirlermiş.
Patme’nin dayısının kızı Remziye şunları hatırlıyor. “Tana köyünden (Dobruca’nın kuzeyinde Nogay Köyü) akrabalarımız gelirdiler, onlar tam Nogayca konuşurdular. (cesene, kesene- kelsene degil) Kartiy akıllı apakaydı: “Men bu kelınlerın alaysını katkenını, kayda barganını bılırmen” derdi.”
Zemine Kartiy büyük olasılıkla 1850’lerde doğmuştur, 1953’de öldüğünde 100 yaşını aşkın olduğu söyleniyor. Zemine Kartiy ve kocasının Kırım’dan göçme sebebi 93 Harbi dediğimiz 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşları gibi görülüyor. Bu savaştan sonra binlerce Tatar daha önceki Osmanlı-Rus savaşlarının ardından olduğu gibi baskılara dayanamayıp Kırım’dan kaçmıştır.


Patme Atlı şöyle devam ediyor:
“Dedem Matiy Akayı ben görmedim. Annem nişanlıyken ölmüş. Babamı yamanlamışlar, “haydi kaytarayım söznü” demiş kartbabam. Kubadin’den Şalmarcı’ga gidene kadar Bayramdede’yi, Karabak denen yavur köyünü geçersin. Kartiyim demiş: “Geç oldu, yarın gidersin.” Yatmışlar, sabah kalkmış kartiyim, bir baksın ki “kartbabam” ölmüş kalmış. Ölmemiş olsaydı sözü geri çevirecekmiş. Allah tarafından. Babam 35, anam 16 yaşında imiş evlendiklerinde. Sertti, fenaydı babam, anneme çektirmiş gerçektende, un elediğinde unu döküyorsun demiş, sığır sağarken “şıbırtasın” demiş dövmüş annemi. Dayımlar gelip alıyorlarmış, bir hafta onlarda duruyormuş, babam varıp tekrar alıyormuş. Yoksa babam kendi abisine kızıp annemi dövüyor muydu, bilemiyorum.”
Kaniye ise şöyle diyor: “Makpire Hala (Patme’nin annesi) konuşmayı sevmezdi. Ablalim enişte çok çalışkandı, hep çalışırdı.”
Patme Atlı şöyle devam ediyor: “Babam bize de kızardı. 8-9 balayız. Evde koşuyoruz, “zuuuşu” oluyor, toz toprak ediyoruz, dağıtıyoruz evi. Babam gelip görse kızıyor: “catınız bakalım cerge” diyor, belinden kayışı çıkarıp herkese birer ikişer kayış vuruyor, kimisi ağlıyor kardeşlerimin, amcamın oğulları zor kurtarıyorlar bizi. Amcam da kızar, bağırırdı ama dövmezdi. O çok sigara içerdi.
Zemine Kartiyimin gözleri “avuma” (şaşı) idi, gözleri ağrırdı herhalde, kıpkırmızı olurdu. Yün işlerdi insanlara parasıyla, eğirip eğirip yumak yapıp verirdi. Dayımlar kartiyime para vermezlerdi, ama bazen süt getirirlerdi. Onu da kartiyim varıp alırdı, “bana biraz kaymak verin, kahve içeceğim diye”. İbram dayımda kalırdı o çoğunlukla, onlar aşını suyunu getirirlerdi, ya da o varıp onlarda yerdi. Kıştan kış biz gidip alıp gelirdik kartiyimi, bizde de dururdu. Çorap örerdi, bana patiska işlerdik, işleme işlemeyi öğrenirdim ondan, Kobadin’de olan dayımın kızlarından ip alır, dantel örerdik.
Remziye, dayımın kızı benim arkadaşımdı. (Remziye’yi Dobruca’da Kastel’de buldum, hala sağ, bir evlatlık kızı ve onun ailesiyle yaşıyor. Anneannemle beraber “kızlık” yaptıklarını anlattı.) Kobadin’de kartiyimde kalırken bazen biraz da dayıma gider, onlarda kalırdım. Remziye’nin ablası, Münire ablamdan iş işlemeyi öğrenirdik. Cuma günü evin başına çıkardık, caddede delikanlılar dolaşırlar, kızlara laf atarlardı. Ben bu arada eski yazı okumayı öğrendim camide. Camiye gençler değil, yaşlılar giderdi. Bazen imam olmazdı bizim köyde, babam ata binip Bayramdede’ye Cuma namazına giderdi.
Kubadin’de Tatarlardan başka Türkler vardı. Kubadin büyüktü. Alaman bir mahallede, Türk bir mahallede, Tatar bir mahallede, Romen bir mahallede. Almanlar sarı olur, Romenler bize benzer. Alamanlara “nemse”derlerdi. Kışın günü iki atı kızağa çekerdik, dayımın oğulları, Patme yengem, kuzenlerle bir iki saat Kubadin’in içini dolaşırdık. Kızağın üstüne arabanın sandığını oturturduk. Atların kuyruklarını örerdik, yere değmesin diye, bağlardık. Kadife şallarımızı örtünürdük. Renk renk soyu vardı, benimki güvezdi.
Ablalim Akay, ikinci hanımı Cevahir, gelini, torunları
Kızlar olarak başımızı örtmezdik. İki yandan örüp topuz yapardık. Kadınlar başlarını çemberle, başlıkla bağlarlardı. Çarşaf, fes yoktu. Erkekler pantolon, “kolekse”, kasket giyerlerdi. Kasketi köylüler, yaşlılar poter şapka giyerlerdi. Hıdırellez’de Karaömer (Negru Voda)’e varırdık. “Pilates” denilen akasyaları dikdikleri yere varırdık. Tepreşe varırdı herkes. Tepreşte gezerdik, yerdik, içerdik. Çalıp oynardık. Sait Dayımın oğlu vardı, o çalgıcıydı, “Konyalı”yı çalardı.
Toylarda “koraz telleme” olurdu. Korazı ayağa kaldırıyorlar. Kanatlarının altına destek koyuyorlar. Süslüyorlar, onunla oynaylar. Sonra delikanlılara veriyorlar, onlar yerler, içki içerler. Halamın kızı Üryane’nin düğününde bunu yaptılar.
Bizim orada dağ yoktu, hep düzdü. Bulgaristan tarafta ormanlar vardı. Deliorman Türkleri derlerdi onlara. Onları toylara çağırırdık. Düğün yapsalar onlara da Tatarlar giderlerdi. Onlara kuskus uvdururduk. Kadınları başlarını hiç açmazlardı. Başları bir kat çemberli, sonra kara örtmeliydi, şalvar giyerdiler.”
1939’da Fatma Atlı’nın hatırladığına göre Kobadin’deki Almanların hepsi oradan ayrılır. Hitler geri çekti derler. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Almanya’nın Romanya’yı işgal etme tehlikesinin belirmesi üzerine büyük kardeş Alim Seyit mallarının satabildiği kadarını satarak, altınları bir yastığa doldurup dört oğlunu ve Aydınbey köyünden olan eşini de alarak Türkiye’ye göç eder. Eskişehir’e yerleşir. Varoğlugil soyadını alır. Ablalim ağabeyine Dobruca’dan iki at ve bir araba yollar, ağabeyi oğullarıyla arabacılık yapmaya başlar. Ardından da küçük kardeş Ablalim dokuz çocuğu ve eşi Makpire’yi alarak Türkiye’ye, onun yanına gitmeye karar verir. Bunun için evler, tarlalar Müslüman olmayan birisine satılır. Onun domuzlarını getirip ahıra koyduğunu hatırlıyorlar. Bu arada onlar da eşyalarını önceden Köstence’ye yollarlar, “port”a koydururlar. Anlatılana göre mallarını satıp altın yaparlar, bunları da eski görünüşlü bir yastığın içine doldururlar. Yola çıktıktan bir süre sonra bu yastığı unuttuklarını anlarlar ve İsmail’i yastığı almaya geri yollarlar, o da bu yastık yerine başka bir yastığı alıp gelir, bu yüzden kendini affetmez ve hayatı boyunca define arar. Define bulup kardeşlerine borcunu ödemek ister.
Kaniye Patme’nin ailesinin gidişini hayal meyal hatırlıyor. Bütün kuzenler ağlayarak arkalarından koşmuşlar, Makpire halay arabanın arkasından mendil sallıyormuş.
1940 yılında Köstence limanında büyük miktarda eşyaları ile bir ay beklerler. Bu sırada limana uzak bir otelde kalırlar. Hacer şöyle naklediyor: “Her gün gidiyoruz vapur geldi mi diye bakıyor, yok diye geri dönüyoruz.”
Türkler gitmesin dendiğini duymuşlar. Yanlarında 25-30 tane koyun da var, vapuru beklerken bu koyunları kesip yemişler. Sokaklarda Alman Nazi subayları gövde gösterisi yapmakta imişler. Derken son vapur dedikleri Transilvanya vapuruna binmişler, bir günde önce İstanbul’a varmışlar akrabalarının yanına. Eşyalar muayene edilmiş. İndiklerinde İstanbul’da bayram varmış.
İstanbul’da hatırladıkları evde mangal yakıldığı. Onunla ısınıyorlar, yemeği, kahveyi de mangalda pişiriyorlar, bu Dobruca’da hiç görülmemiş bir şey, o yüzden başları dönmüş. Kestane de görmemişler hiç, Hacer’in ikizi İsmail kestaneleri o yüzden yarmadan koyuyor mangala, kestaneler paat paat patlamış. Daha sonra da Eskişehir’e amcaları Alim Seyit’in yanına gitmişler. Amcaları çok kalabalık bir aile oldukları için onların şehirde geçinemeyeceğine karar vermiş ve onları Eskişehir’in Lütfiye köyüne yerleştirmiş.
Kısaca Vargil soyadını alan bu aile Lütfiye’de Rumlardan ya da Ermenilerden kalan bir evi alarak yerleşmiş, tarla da satın alarak çiftçilik yapmaya başlamış. Lütfiye köyünde de Tatarlar yaşamaktadırlar, ama yeni geldikleri için Vargillere macirler derler, özenli kıyafetlerine, kızlarının güzelliklerine köylüler hayran kalır, “bu macirin kızlarını bir alamaymız ya” derlermiş. O zamanlar en büyük kızı Fatma 17 yaşındaymış. İkinci kızı Hacer 15 yaşındaymış, Dobruca’dan getirdikleri Singer dikiş makinasıyla, arkadaşlarıyla beraber güzel giysiler diker giyerler. Hacer gelince bir sene Latin alfabesinde okuma yazma öğrenmiş köye gelen Yahya adlı eğitmenden. (1942-3)
Ablalim Akay Lütfiye’ye yerleştikten sonra karısı Makpire kısa zaman içinde ölmüş. O da Cevahir adlı ikinci karısıyla evlenmiş, Cevahir de üç çocuğunu alıp gelmiş. Ama on iki çocukları olduğu için çok fakirlik çekmişler.
İki sene sonra anneannem dedem Yeniköy köyünden, ailesi Yukarı Bülbül’den Türkiye’ye 1917’de göç etmiş Namık Atlı ile evlenmiş.
Çalmarcı’da 1947’de 30 hane kaldığını söylüyorlar, ama bu insanlar yavaş yavaş şehirlere taşınmışlar. En son hane çok sayıda koyunuyla koyunculuk yapan, kurbanlık da koyun satan İlyas oğlu Rıfat Akay da üç sene evvel öldüğü için onun da evi yıkılmış. Ben Eylül 2005’te gittiğimde köyün yerinde yeller esiyordu.
Bir sonraki yazıda Patme’nin Yeniköy köyündeki yaşamından ve dedem Namık Atlı’nın ailesinden bahsedeceğim.
Devam edecek...
Nogay Mahallesi. Anneannemin dayısının evleri
Kırım Tatar Göç Hikayeleri : Patme (Fatma) Atlı - 2
Filiz Tutku AYDIN
Fatma Atlı’nın anne ve babasıyla beraber Dobruca’dan Türkiye’ye göç eden kardeşleri Hacer Diril, İsmail, Nazif, Latif, Nail, Münevver Vargil, Saniye Solmaz, Ulviye Akalın’dır. İstanbul’a indiklerinde toplu bir fotoğraf çektirmişlerdir. Bu fotoğrafı bana verdiği için Münevver Vargil’e teşekkür ediyorum. Bunlardan Fatma, Nazif ve Saniye vefat etmiştir, kendilerine Allah’tan rahmet diliyorum. Bu yazıyı hazırlarken Şehremini’de 33 senedir berberlik yapan Nail Vargil’in berber dükkânına uğradım. Ondan daha önceden bilmediğim anneleri Makpire’nin nasıl öldüğünün hikâyesini öğrendim.
Makpire onuncu çocuğunu doğuracağı sırada büyük kan kaybına uğramıştır. Gece gelen sancı sırasında gazyağları olmadığı için yardım eden kadınlar Makpire’nin ne kadar büyük kan kaybına uğradığını fark etmemişlerdir. O sırada köyün zenginlerinden birine çocuklardan birini yollamışlar, gaz istetmişler. Fakat bu kişi vermemiş, sonradan ölüm haberinin duyunca Ablalim Akay’ı gördüğünde ağlamış, ve ölümünde onun da bir suçu olduğunu söyleyerek af dilemiş. Doğumdan bir süre sonra da Aliye adlı çocuğu da yaşamamış, ölmüştür. Kart kartiyim Makpire’ye Allah’tan rahmet diliyorum.
Fatma Vargil’in Namık Kemal Atlı ile evlenmesi
Namık ile Fatma Atlı’nın tanışmaları şöyle olmuştur. Namık annesi Refide ile Fatma’nın ailesiyle yaşadığı Lütfiye köyüne yaylı bir arabada gelmiştir. Fatma’ya “kaçma, bu adam evli bir adam” demişler. Namık o gün Fatma’yı görüp beğenmiş, sonra da evlenmişler.
Namık’ın dedesi Zeydullah
Namık’ın ailesi Balkan Savaşları’ndan hemen sonra Dobruca’dan Türkiye’ye göç etmiş bir Kırım Tatar ailesidir. Namık’ın kartbabası Zeydullah’ın ailesi tahminen 1860 göçü ile birlikte Kırım’dan kaçarak Dobruca’nın Yukarı Bülbül köyüne yerleşmiştir.
Zeydullah’ın annesi at yetiştiriciliği yaparmış. Zeydullah aslen Tatmış. Ama Bülbül hep Nogay köyüymüş.
Zeydullah’ın apakayı “koy közlü” dedikleri Urkiye, bir rivayete göre Arnavutmuş. Beyaz, patiska, çivitli çarşafta yatarmış, iyi yemek yaparmış. Zenginmiş. Zeydullah ise küçük yaşta öksüz kalmış ve fakir düşmüş. Arnavutluk’ta çalışmış. Urkiye başka bir rivayete göre Bursa’dan Dobruca’ya gelin gitmiş. Kazım, Akif, Habib, Ibram, Kadir, Sıtkı adında altı oğulları olmuş, ama bu oğlanlar pek yaramazmışlar, “peşten kalakaynı kırslagan soyundan”. Balkan Harbi sırasında hristiyanlara da, müslümanlara da çektirmişler, her yeri dümdüz etmişler.
Namık Kemal’in babası bu kardeşlerin en büyüğü olan Kazım’dır, Y. Bülbül’de değirmenci imiş, Nogay olan Kadiy’i (asıl adı Refide) kaçırmak istemiş. Bugün Dobruca’da (Hendekkarakuyusu köyünde) oturan Kadiy’in yeğenleri Davud ve Kayrullah’dan öğrendiğime göre bu kardeşler öyle yamanmış ki Kadiy saçını ördürürken arasına büyü koydurmuşlar. Bu sayede onu kaçırmışlar ve Kazım’ın değirmenine saklamışlar. Kadiy’in babası Hacı Haşim kızına çok kızmış, onunla ilişkisini kesmiş. Yine kardeşlerden Akif sevdiği kızı aldı diye, Hoca Adil denen bir imamın evini basmış, bütün hayvanlarını serbest bırakmış, tozu dumana katmış, imam aman dilemek zorunda kalmış. Kazım’ın 1917 senesinde Dobruca’da Kadriye adlı kızı doğmuş.
Şu anda hala Dobruca’da bu kardeşlerin ününü bilenler var, “bu kardeşler Dobruca’ya sığmadılar, Türkiye’ye göç ettiler” diyorlar. Anlaşılan babaları Zeydullah oğullarının Romen hükümeti tarafından cezalandırılmasını istemediğinden onları Türkiye’ye getirmeye karar vermiş. Bir vapura bir aile olara binip gelmişler. Sığırlarını, tavuklarını bir de “şöğin” kazanlarını getirmişler. Kadiy de Zeydullah, Esat ve Taviye adlı kardeşlerinden ağlayarak ayrılmış, kocasıyla Türkiye’ye göçmüş, memleket hasretinden olsa gerek kısa zaman içinde de ölmüş. Kadiy’in kardeşlerinin torunları bugün Dobruca’nın Hendekkarakuyusu köyündeler, kendilerini Eylül 2005’de ziyaret ettim. Taviye’nin oğulları Kayrullah, Davut ve Sabit sağlardır. Sabit Dobruca’nın meşhur pehlivanlarındandır ve pek çok kez Türkiye’ye gelerek Yeniköy’deki teyzesinin torunu (Fatma’nın oğlu) Esat’ı, Eskişehir’de teyzesinin kızları Kadriye ve Hediye’yi ziyaret etmiştir. İstanbul’a bu altı oğlanla 1917 senesinde gelen Zeydullah bir sene sonra bu cigitleri burada da zaptedemeyeceğini düşünerek bir köye yerleşmeye karar verir, önce Eskişehir’in Yellice köyüne gelir, ama sonradan arazi için hükümete başvurur. Haracılık yapılan Mahmudiye ilçesine yakın Kaymazyaylası civarında bir yerde köy kurmaya karar verir. Ama sivrisinekler burada çok olduğundan, bugünkü Yıldızören (Tatarmecidiye olarak da bilinir) köyüne yakın yüksek, poyrazlı bir tepede, 1919 sesinde Yeniköy köyünü kurar. Yeniköy civardaki Tatar köylerinden en son kurulanıdır, o yüzden bu adı almıştır. Kurak bir köydür, okulun ön tarafındaki kuyudan erkekler uzun yıllar su taşımışlardır.
Acaba bir köy nasıl kurulur? Hiç düşündünüz mü? Zeydullah başta Mahmudiye’de ikamet ederek köy olarak belirlediği yerin meralarından 1000 dekara yakın yeri sürmüş. 6 hayvanla (4 öküz, 2 at) çekiyorlarmış Dobruca’dan getirttikleri iki sokulu sabanlarını. Mahmudiye’de baskın olan Çerkesler onları bu köye oturtmak istememişler, ama kardeşlerden en yamanı olan Akif tabancayla musallat olanlardan birini vurmuş ve en sonunda Yeniköy köyü arazisini ele geçirmişler. Yunanlılar geldiğinde Zeydullah ve oğullarının ilk mahsüllerini tamamen yakmışlar. O sıralar daha henüz “zemlik”te (yer altına kazılan barınak) yaşıyorlarmış, evlerini yapıp bitirememişler. Yunanlılar geldiğinde bu yerlerden çıkıp saklanmışlar, Yunanlılar da zemlikleri ateşe vemişler, ama köylüler yetişip söndürmüş. Hükümet yine de resmen köy kurulması için belli sayıda hane olmasını şart tutmuş, bu yüzden Selanik’ten evvelden gelip başka yerlere yerleşen muhacir Türkleri de köye kabul etmişler. 1950’de de 17 hane Bulgaristan muhaciri de köye yerleştirilmiş. 1963’de üç hane daha Bulgaristan muhaciri Konya’dan gelip yerleşmişler. Köyde böylece muhacir Türklerin sayısı Tatarları aşmış, ama bu Türkler Tatarca öğrenmişler, Tatarlar ise genelde Türkçe konuşmaya gayret etmişler. Şu anda 8 hane Kırım Tatarı vardır. 1954, 1955’te köyde kıtlık olmuş, 50 hane göçmüş. Tatarlardan da bir iki hane de Eskişehir’e gitmiş.
Anlattıklarına göre Zeydullah Dobruca’dan orak makinasını da getirmek istemiş, ama gemiye sığmamış, bunun üzerine oğlu Akif’le, arkadaşı Nusret’i arkada bırakarak, bir hafta sonraki gemiyle bu makinaları getirmelerini istemiş. Akif de durur mu, bunları satmış ve yemiş, Türkiye’ye de gelmemiş. Bu sırada Kazım ve İbram iki senedir İstanbul’da faytonculuk yapmaktaymışlar, bir gün tiyatro çıkışında beklerlerken, silah atılmş ve bir olay olmuş. Bir bakmışlar Akif yine başrolde. Akif’i padişahın askerleri tutuklayıp götürmüşler. Hemen babaları Zeydullah’a bildirmişler. Zeydullah çok para vererek onu kurtarmış. Akif’in herşeye rağmen babasına itaati tammış, babası ona vurduğunda hiç sesini çıkarmazmış, ama yine de dayanamamış, köyden kaçmış. 1935’te ayakkabılarını ayağına ters bağlamış izi Yeniköy’e geliyor gibi görünüyor, ama kendisi Mecidiyeköprüsü’ne (Yıldızören köyü) gitmiş ve oradan da Diyarbakır’a geçmiş. Orada kolordu kumandanının yarış atlarına bakarmış. Romanya’da iki karısı kalmış, Türkiye’de de birkaç kere evlenmiş, Sivas’tan Kürt bir kadın almış. En sonunda yarışta atlar çiğneyip öldürmüşler yarışta. Akif 80-90 kg imiş ve bir gün ata bineceğim diye iddia etmiş, ve at kendisini taşımadığından düşmüş ve atlar tarafından çiğnenerek ölmüş. Mezarı maalesef sonradan Diyarbakır’a gidip onu arayan yeğenleri tarafından bulunamamış.
Yine kardeşlerden Habib ise çok erkenden Ankara’nın Taşpınar köyüne yerleşmiş, çocukları orada kalmıştır. Habib Safiye ile evlenmiştir, Filiz adında bir kızı vardır.
Zeydullah’ın amcasının kızları Vasfiye ve Sabriye de onun tarafından Türkiye’ye getirilmişlerdir. Vasfiye Mesudiye’ye gelin gitmiştir. Fevzi Tezcan’ın annesidir. Sabriye ise İstanbul’a gelin olmuştur. Sonradan Zeydullah’ın oğlu Kazım’ın ikinci eşi olacak Gülizar’ın ilk eşinin annesidir.
Zeydullah’ın Yeniköy köyüne yerleşmiş diğer oğulları Kazım’dan başka Sıtkı, Kadir, İbram’dır. Bugün onların torunlarının bir kısmı halen köyde oturmaktadır, hepsinin soyadları ATLI’dır. Diğer torunları ise başta Eskişehir olmak üzere, Türkiye’nin her tarafına dağılmışlardır.
Zeydullah Sivas’ta ve pek çok yerde at koşuculuğu yapmış. Oğlu Sıtkı Sivas, Kayseri, Ankara’da jokeylik yapmış. Kilo vermek için kışları kaban giyip odun taşıdığını, iki gün hamamda yattığını söylüyor oğlu Necip Atlı.
Zeydullah’ın büyük oğlu Kazım daha önce bahsedildiği gibi İstanbul’da faytonculuk ve bir süre Mahmudiye’de değirmencilik yaptıktan sonra Yeniköy’de babası ve kardeşleri gibi at yetiştiriciliğine başlamış. İstanbul’da antrenörlük de yaparmış, bir ara Türkiye’nin zenginlerinden Eliyeşillerin atlarını bakmış. Oradan sakatlanan atları getirirmiş, onlar köyde at arabasına çekilirmiş. İzmir, Adana’ya, Ankara’ya at yarışlarına bazen oğulları Namık ve Faruk’un yardımıyla hazırladığı atlarıyla, bazen antrenör olarak gidermiş. Kazım İstanbul’a veya Ankara’ya koşulara gittiğinde ikinci eşi Gülizar da gidermiş, oralarda haftalarca kalırlarmış.
Atlı kardeşlerin oğulları da yarışçılığa meraklı olmuşlar. Sıtkı’nın oğlu Necip Atlı Mahmudiye harasından emekli olmuştur. Kerim Atlı halen Yeniköy’de çiftçiliğin yanısıra, at yetiştiriciliği de yapmaktadır. Namık Atlı’nın oğlu Esat da at yetiştiriciliği yapmıştır, bugün Yeniköy’de oturmaktadır.
Yeniköy’de de Atlı kardeşlerin yaramazlıkları devam eder, babaları Zeydullah öldüğünden Kazım Atlı bu sefer onlara göz kulak olmaya çalışır. Kazım kumar oynamalarına kızar. Köyün erkekler toplanıp tombala oynarlar, hatta bazen kumar oynamaya Mahmudiye’ye giderler. Kazım’ın kardeşi Kadir’in oğlu Kerim Atlı’nın anlattığına göre bir keresinde Mahmudiye’ye giderken yabancı kıyafetli bir adamı alırlar arabaya. Birden başka bir dilde konuşmaya başlar hepsi, o zamanlar genç bir delikanlı olan Kerim hiç bir şey anlamaz. Meğer adam Romanya’dan yeni gelmiş, babaları onunla Romence sohbet ediyorlarmış. Adam bir koca cam şişede kırmızı bir şarap getirmiş, onu içe içe bir taraftanda adama bazı Romence türküler söyleterek eğleniyorlarmış!
Sonradan Kerim’in abisi Nurettin Atlı da Romanya’yı ziyaret edip babalarının geldiği toprakları görmüş.
Namık’ın babası Kazım
Kazım Atlı’nın ilk eşi Refide’den Kadriye, Namık, Faruk, Hediye adlı çocukları olmuş. Bugün Refide’nin kardeşleri Esat, Zeydullah ve Tavile’nin çocukları, torunları Romanya’da yaşamaktalar. Kendilerini Eylül 2005’de ziyaret ettiğimde bana çok yakınlık gösterdiler. Köstence’deki evlerinde iki hafta kaldığım Tavile’nin torunu Nurcihan (Cafer) ablama, eşi Nedret ve Tatar Birliği’nde çalışan oğulları Dinçer’e buradan tekrar teşekkür ediyorum. Esat ve Zeydullah anlatılanlara göre Türkiye’ye kardeşlerini ziyarete 1940’lı yıllarda gelmişler. Tavile’nin çocuklarından ve torunlarından da 1980’li ve 1990’lı yıllarda Refide’nin çocuklarını ve torunlarını ziyarete gelenler olmuş, akrabalık bağlarımızı halen koruyoruz, ama daha da sıkılaştırmak temennimiz.
Kazım Atlı birinci eşi ölünce ikinci evliliğini İstanbul’da yaşayan Tatarlardan Gülizar ile yapmıştır (1943?). Gülizar’ın ve görümcesinin kocaları Yemen’de kalmış. Kazım Atlı Gülizar’ın görümcesinin akrabası olduğundan ondan haberdar olmuş. Gülizar bir kızını görümcesine bırakarak Yeniköy’e gelin olmuş. Gülizar geldiğinde anneannem Fatma Atlı da yalnız altı aylık gelinmiş.
Kazım’ın Refideden Kadriye, Namık, Faruk, Hediye adlı çocukları olmuştur. Kadriye Yusuf ile evlenmiş, Eskişehir’in Mahmure mahallesine yerleşmiş, terzilik yapmıştır, Melahat ve Meral adlı çocukları olmuş. Hala sağdır, kendisine Allahtan sağlık diliyorum. Yusuf enişte de kaynatası Kazım’a atçılıkta yardım etmiştir. Faruk ise Yeniköy’den Hafız Adil’in kızı Zeynep ile evlenmiştir, beş çocuğu olmuştur, kendileri vefat etmiştir, çocukları, torunları bugün İstanbul’da yaşamaktadır, bir kızı ise Hollanda’dadır. Bir torunu, Kevser, İngiltere’den Türkiye’ye yelken kullanarak gelmiştir, bu yelkencilikte zor bir parkurdur. Hediye Cavit Atam ile evlenmiştir, İsviçre’ye çalışmaya gitmiştir, bugün Eskişehir’de oturmaktadır, kendisine sağlık diliyorum. Yusuf ve Cavit enişteler vefat etmişlerdir, kendilerine Allah’tan rahmet dilerim.
Kazım karısı, oğulları, gelinleri ile bir azbarda oturmaya devam etmiş. Evleri sıra sıra yan yana odalardan oluşmaktaymış, önlerinde uzun bir sundurma varmış. Yalnız Kazım ve karısı Gülizar en baştaki iki odalı ayrı bölmede oturmuşlar, ayrı peşleri varmış. O zamanlar evler peşle ısıtılırmış. Peş ağzı “ayat” denilen eve ilk girilen odaya, arkası ise ısıtılacak odaya bakan duvarın içine yapılmış bir sobadır. Sonradan küçük oğlu Faruk ailesiyle “başka şıkkan”, yani ayrı bir eve çıkmış.
Kazım kadınlarla fazla konuşmayan, sert, çok kahve içen bir adammış. Ama en iyi kardeşinin hanımı Yaverören köyünden gelmiş, konuşkan bir kadın olan Gülferide ile anlaşırmış, Gülferide ona “şelebi akam” dermiş. Sık sık koşulara gittiğinden köyde pek bulunmazmış, at koşuları çok pahalı bir uğraş olduğundan, köye gelir, tarlalarından birkaçını satar, tekrar koşulara gidermiş. Mallarını kendi yönetir, oğullarına ileri yaşlarında dahi harçlık verirmiş. Zenginliğinin, tarlalarının büyük kısmını at koşularında kaybetmiş. Sıkı Halk Partiliymiş, torunu Selma ona her gün yüksek sesle Akşam gazetesinden Çetin Altan’ın Taş adlı köşesini okurmuş.
Namık ömrü boyunca Yeniköy’de çiftçilik ve at yetiştiriciliği yapmıştır, fakat vahşi bir atı eğitirken düşüp kafasını çarptıktan sonra epilepsi hastalığına yakalanmış ve bir süre sonra da vefat etmiştir. Bugün köydeki ocağı tek oğlu Esat Atlı tarafından tüttürülmektedir. Esat Atlı Mal Müdürlüğü’nden emekli olmuştur, Çifteler’li Camcılardan Gülten ile evlenmiştir, Engin ve Ergin adlı iki çocuğu vardır. Namık ve Fatma’nın kızı Selma Aydın (annem) emekli öğretmendir, eşi Hasan’la (babam) Polatlı’da oturmaktadır. İki kardeşiz, Zekeriya ve ben. Anlatılanlardan dedem Namık’ın hayatı boyunca köyde çok çalıştığını, fakir bir hayat sürdüğünü, hayattan pek bir şey anlayamadığını düşündüm. Hem ona hem anneannem Fatma’ya Allah rahmet eylesin diyor, bu yazıyı hem onun hem de anneannem Fatma’nın aziz hatıralarına armağan ediyorum. Hepimiz bugün iyi bir hayat yaşıyorsak onların çalışkanlıkları sayesindedir...
Bitti. (Bahcesaray Dergisi'nden alinmistir.)

Sunday, December 25, 2005

CRIMEAN TATAR DIASPORA IN ROMANIA
ROMANYA'DA KIRIM TATAR DIYASPORASI

Wednesday, November 30, 2005


Romanya Tatar-Turkleri Folklor Festivali- Kirim'dan Cemile Grubu Posted by Picasa

Kostence Subesi Gelin Odasi Posted by Picasa

Kobadin Calmarci arasinda Posted by Picasa

Anneannemin babasinin namaz kildigi Bayramdede Camisi  Posted by Picasa

Kobadin'de anneannemin dayisinin kizi Emurla Zekiye'nin evi Posted by Picasa

Kobadin Camisi  Posted by Picasa

Kobadin'de anneannemin anneannesi Nogay Zemine Abay'ın evi Posted by Picasa

Komunizm donemi Tatar sehitlerinden ogretmen Muttalip Sait'in evi Posted by Picasa

Kobadin- Nogay Mahallesi Posted by Picasa

Kobadin- Nogay Mahallesi Posted by Picasa

Kobadin'e yaklasirken Posted by Picasa

Romen Parlemontosunda Tatar milletvekili Aledin Amet Posted by Picasa

Ciborek Posted by Picasa

Tatar Birligi Posted by Picasa

Kostence Ovidius Universitesi'nde Tatar ve Romen genc Posted by Picasa

Eforia Nord'da Kirim Tatari Celal Naci'nin oteli Sirius  Posted by Picasa

I. ve II. Dunya Savaslari'nda olen askerler-aralarinda musluman sehitler de var  Posted by Picasa

Mangalya'da Agigea ve Eforia Sud Subeleri uyeleri ve Polatli Kirim Dernegi uyeleri  Posted by Picasa

Eforia Sud Posted by Picasa

Eforia Sud Camisi insaati suruyor Posted by Picasa

Deliruj (Virtop) Koyu, Sarigol Posted by Picasa

Sair Rustem Seitabla ve esi ile Nedret ve Enver Mahmut Azerbaycan Buyukelciligi'nin Yemeginde, Eylul 2005 Posted by Picasa

"Romanya'da Turk Izleri" Konferansi, Kostence  Posted by Picasa

Mecidiye Subesi Uyeleri Bursa ve Polatli Dernegi Uyeleriyle Posted by Picasa

Tatar Birligi Minibusu Posted by Picasa